27 Ocak 2012 Cuma

Tanrılar Çıldırmış Olmalı

Bugüne kadar anlatılagelen deplasman yolculuk hikayelerinde hep gırgır şamata vardır, dibine kadar alkol ve envai çeşit tütün maddesi eşliğinde söylenen arka koltuk besteleri vardır. Şimdi anlatacağımda ise acı var, telaş var, imkansızlık var, stres var. Kardeşim, Halep hazırlık maçına mı gittin Suriye’ye de onu anlatıyorsun demeyin, iki dakika verin sonra zaten alkışlayacaksınız.

Maç, Bursa kupa maçı haftaiçi saat 8’de. Bu demek ki çalışan adam bu maça anca izin alarak ya da kaçarak gider. Sivas veya Malatya olsa kasmazsın bu kadar da işte Bursa deplasmanı hep keyifli olmuştur bugüne kadar o yüzden de heves ve heyecan üst seviyede. Saat 4 civarı işten izin alarak yollara düştüm 5 buçuktaki Yenikapı-Bursa feribotu hedefiyle. Şimdi insan nominal değerlere fazla hassas bir yapıda olduğundan, ohoo 1 buçuk saate ben iki de sosisli atarım ayaküstü diyor ama İstanbul’un şenşakrak trafiğini de hesaba katsana amına koyim. Yok, 50 milyonu 5 tane 10’arlık banknot halinde bozdurup daha zengin olduğunu sanan biriyim sonuçta fazlasını da beklememek lazım benden. Atladık taksiye, ama Beşiktaş’a değil Zincirlikuyu’ya. Haha, niye çünkü ordan gerisini minibüsle gidicem. Ya ulan bi’ 3 milyon fazla ver be adam, ölüceksin akreplikten. Eve gelip üstbaş değiştir, bi’ tuvalete git falan derken Kabataş’a otobüsle gidip ordan da tramvayla Aksaray’da inerim diye bir hülyaya dalmışım ama baktım yol açık Tophane’ye kadar geldim otobüsle. Saatler de bu sırada 5’e vurmaya başladı artık yavaştan, hafiften stresi verdi bünye çünkü çılgın bir trafik beni bekliyor. Olayın bu kısmında ilk gelen tramvayın karşı yönlü olmasından dolayı ikinci gelicek tramvayı bekleme sürem/benim yeni tramvayı beklerken akıtacağım ter isimli ilginç grafik alarm vermeye başlayınca atladım taksiye, dedim sür. Gerçekten de sürdü ta ki Haşim İşcan bana geçit vermeyinceye kadar. 17.10’u görüyorum saatimde inşallah İDO’nunki geridir falan tarzı mal mal ümitlerle. Bi’ ara da CINE5’in şifresini manuel olarak dükkanda biri tuşa basarak giriyor sanıyordum ve her maç öncesi allahım n’olur bu kez unutsun diye dualar eşliğinde ekrana bakıyordum. Yalnız gülmeyin, Oktay’lı Beşiktaş’ın Samsun’u İnönü’de yendiği maçı izlemiştim öyle bir kez. Şifreyi unutmuştu manuel çocuk : ) Bundan sonrası “Run Lola Run” temalı kısa ama gerçekten çok kısa bir film. 17.17’de Aksaray alt geçidinde taksiciden şans öpücüğümü alarak inmem ve yaradana sığınarak sahile doğru koşuşum. Cümle içindeki saçma kısım gerçek olsaydı, kesinlikle filmin adı “Şans Öpücüğü” olurdu. Yetiştim gerçekten ama elimde elektronik bilet almamdan kelli sadece bir numara olduğundan 100 kişilik sıranın en önüne höykürüşlerle ve slalomlarla geçip bileti bastırmamı da insanın aciliyet anında ne gibi insandışılıklar yapabileceğinin bir kanıtı olarak Bulut’a sunabilirim. Neden o? Çünkü “O nasıl gıdı şık şık şık İnsanlık dışı şık şık şık Bi’ gözü kapalı Bi’ gözü de şaşı”

Vapurdayım sonunda, ama bacak kaslarım ağrıyor, üstüm başım yamyaş ve bunlar ileride olucakların da bir göstergesi. Neyse 7 civarında yanaşmaya başlıyoruz sahile ve ben de sağımdaki artı solumdakiyle stada nasıl giderim paravanlı hoşbeş amaçlı sohbete başlıyorum. Ha bu arada biletim olmadığından ve İstanbul tayfasının da yavaştan içeriye girmeye başladığından bahsetmem gerekiyor. İndim ve nerdeyim? Mudanya. Yalnız artık duygusal zekam çok mu gelişmiş nedir, ümitsizlik namına pek bi’ emare göstermiyorum. Mudanya’dan şehiriçine giden bi’ otobüse atlıyorum ve hemencecik doluyor gerçekten ama o saatte ne bileyim yahu ben yolları dört tekerleklilerin parselliyeceğini. Al sana gene trafik. İDO’dan sağımdaki kanka bana 3 tane ışıktan sonra inmem gerektiğini söylemişti. İDO’dan solumdaki kankaysa şansa bala aynı otobüse binmiş. Yardımsever bir genç olduğunu, benimle beraber inicen ordan ben sana gösteririm tarzı yaklaşımıyla gösterdi. Almanya’ya Erasmus amacıyla vardığımda da ilk kez yurtdışına çıktığımdan dolayı tecrübesizlik/Pakistanlı bir taksicinin şahane insaniyeti grafiğinin alarm vermesiyle bu anı yaşamıştım. Bilmediğin bir yer, tek başınasın ve yine bilmediğin bir adamın direktiflerine muhtaçsın. Neyse efendim saatler 19.40’a vardığında otobüsten inip yeni vasıtamız olan tren ve tramvay karışımı Bursaray’a biniyorum. Hatta ben çocuğa Bursa akbili dolduruyorum, o da benim için basıyor falan. Müthiş saçma ikili ilişkiler yaşıyorum bu kısa yolculuğumda. 9 durak, evet 9 durak sonra Bursa Atatürk Stadı’na varıyorum saatler 20.05’i gösterirken.

Stadı bir güzel tavaf ettikten sonra, artık son düzlüğe geliyorum. Herkes içerde, ben tek başına dışarıda. Cebimde bilet yok, biletsiz adamı da polis kordonundan içeri sokmuyorlar. Kapıdakine rüşvet muhabbeti dolayısıyla an itibariyle yalan. Ulan napalım napalım, bari dedim Bursa tarafına gireyim yani maç seyredeyim. 3 sene önceki Gaziantep ve yine o seneki Trabzon deplasmanlarına gidip de girememe hadiselerinden sonra portföyüme Bursa’yı da eklemek istemiyorum. Bursa kulübüne 20 milyon kazandırıp kordondan içeri girdikten sonra, bi’ şans diye önce bizim tarafa yönleniyorum saatler 20.10’u gösterirken. Bilenler bilir, temiz de bir yüzüm var ümitsizliği bertaraf edicek kadar. Ceza sahasındayım artık. İstanbul’dan geldim, bak bu da kombinem ama Bursa tarafı bileti aldım trafikten dolayı bi’şey yapabilir miyiz diye polise sorduğum sorunun, gel kardeşim gel halledelim senin işini diye cevaplanacağını nerden bilebilirdi herhangi bir Türk tribüncüsü? Bundan sonrası tam bir Kurtuluş Savaşı’ndaki silah taşıyan ana seferberliği. Polisin turnike görevlisiyle birebir konuşup ikna etme çabaları, turnike önünde çocuğuyla biletsiz girmeyi bekleyen başka bir amcanın beni de görüp gaza gelmesiyle emniyet müdüründen birilerini tanıdığını belirten hezeyanları, Bursa tarafı biletini okutma çabaları, genç polisin aslında bakma ben Galatasaraylı’yım diyip benim de nolucak be kardeşim ben de sizi o kadar çok seviyorum ki evimde Olimpiyat’taki maçtan koltuk var demem, yani demek isteyip de diyememem, en sonunda işi daha da zıvanadan çıkartıp yan taraftaki kocaman kilitli duran ve geçtiğimizde senelerde de tarafımızca kırılıp da içeri girdiğimiz kapıyı içerdeki amirden anahtarı isteyelim de açalım diye hayıflanmamın polisler tarafından yadsınmaması ve nihayetinde bu sefer emniyet müdürlüğünden uzun boylu yine genç birinin demirlerin arasından bana Fener tarafı bileti uzatıp alın bunu turnikeciyle anlaşıp girin diye vermesi. 20.15, içerdeyim. Bu kadarına da pes değil mi? Tribün tanrıları elele vermişler, beni amaçsız bir kupa maçına sokmak için organize olmuşlar gibi sanki. Şans, melek, olasılık, kan, ter, gözyaşı, insaniyet, dostluk, önyargı, özgüven, umut hepsi bu filmde. Ne yok? Rüşvet yok. Polis kordonundan içeri girdiğim andan itibaren elimde rüşvetlik 20 milyon tutuyordum, kimse yüzüne bakmadı o paranın. Mutluluk budur. Peki filmin ikincisi çekilecek mi, tanrılar yine çıldırıcak mı? 20 Mart Cuma akşamı bu sefer lig maçında Bursa’yla karşılaşacağımız TFF tarafından tam da bu yazıyı yazarken açıklanıyor. Fanzinin ikinci sayısına yazımız hazır mı ne? : )